Kendi halinde olmaktan, yazmadan duramamaktan, iç geçirmekten, iddiasız, yalansız dolansız olmak istemekten, yargılamadan, yargılanmak istememekten, bir kişi anlasa yeter demekten, bir kerelik yaşamaktan... Mustafa Eyriboyun
30 Nisan 2008 Çarşamba
Dün Başbakan Denizli’de halka hitaben konuşuyordu. Dinleyenler arasında öğretmen varsa sürgüne hazır olsun.
(Halkın Sesi, Zonguldak, 29 Nisan 2008)
Daha geniş metin için:
http://zonguldakbilgi.com/index.php?option=com_content&task=view&id=1150&Itemid=62
Derin bilgi ve görgüsüne hep saygı duyduğum bacanağım anlatmıştı: Avukatlık stajı yapan birisiyle bir yolculukta otobüste yan yana düşmüşler. Ona sormuş: Adliye kapılarında “Adalet Mülkün Temelidir” yazıyor. “Bu ne demektir” diye. Bilmediğinden değil, merakından… Stajyer avukat özetle, “adalet olmazsa malına sahip çıkamazsın” gibisinden cevap vermiş. Bunu anlatırken bacanağımın üzüntüsü yüzünden okunuyordu.
“Adalet Mülkün Temelidir”, anlamını stajyer avukatın dahi bilmediği bir tümce ise o ülkede adaletten söz etmek kolay olmasa gerek. Parti adına o kelimeyi koyarak adaletli de olunmaz.
Televizyonlarda sabah akşam “kim, kimi, kimle aldatmış”ın ötesine geçmeyen, “falancayla sabah çayı, bilmem kimle ikindi kahvesi” türünden rezil programları kaldırıp bu çağın en önemli eğitim aygıtı olabilecek tv’ler eliyle ülkede eğitim seferberliği başlatılmalıdır. Tv’de program kapatmanın demokrasiye karşı gibi gösterilmesi ya da mevcut programların “halk böyle istiyor” zırvalarıyla maruz gösterilmesi, uyutma politikalarının doğal uzantılarıdır. Ancak bunu uluslararası sermayenin yerli işbirlikçilerinden beklemek anlamsız olur. Bu çağda Atatürk gibi devrimci bir lider beklemeye de gerek yoktur. O, üzerine düşeni 1920’lerde fazlasıyla yapmış zaten. Sıra bugünün devrimcilerindedir.
* * *
Zonguldak-Kozlu sahil yolu hemen her gün yarış pisti gibi kullanılır. Orada kurala uygun olarak 50 km hızla araba kullanırsanız, arkanızdaki sürücü tarafından sürekli taciz edilir, hatta ‘kurala uymakta ısrar ederseniz(!)’ dayak bile yersiniz. Kaza yapma riskiniz de cabası...
Geçenlerde, araba kullanmaya yeni başlayan bir bayan iş arkadaşıma, o yolda 60 km hızla araba kullandığı için 110 YTL ceza kesilmiş. Arkadaşım çok öfkeliydi. Aslında kural ihlal edildiyse ceza koşulları oluşmuş demektir. Peki öfke niye?
Öfke, kuralın adil olarak uygulanmayışına… Her gün kurallara uyduğunuz için rahatsız edilirken yanınızda göremediğiniz trafik polisleri sadece ceza kesmek için gelirse insanın gerçekten morali bozulabiliyor. Üstelik trafik polisinin aracı yaya kaldırımını tamamen kapatmış durumda…
Hem yaya hem sürücü olarak defalarca kırmızı ışıkta geçen sürücü gördüm. ‘Tüm riski göze alarak!’ uyardıklarım da oldu. Genellikle ya duymazdan geliyorlar ya ters bir cevap veriyorlar. Öyle bir durumda destek veren bir tek kişi dahi çıkmıyor (Sindirilmiş toplum). Otogar kavşağındaki trafik akışı birkaç gün gizli kamera ile izlense. Bakın bakalım İncivez’den şehre giden dolmuşlardan ışığa uyan çıkacak mı? Hatta resmi plakalı araçların kaçı kurallara uyacak!
* * *
Emile Zola “Adalet gerçekten, mutluluk adaletten doğar” demiş. Bu ülkenin insanları, eğitimsizlikten kaynaklandığını düşündüğüm iç dünyalarındaki boşluğu doldurmak istercesine bir oraya, bir buraya saldırıyor. Hız yapıyor, yüksek sesle müzik dinliyor, sataşıyor… Hedefsiz, huzursuz, keyifsiz insanlar topluluğu… Adaletsizliğin kanıksandığı, adamına göre, yerine göre, duruma göre davranışın içselleştirildiği mutsuz insanlar ülkesi… Yönetim anlayışı tepeden tırnağa değişmedikçe, gerçek anlamda “adalet mülkün temeli” yani “idarenin”, yani “yönetimin temeli” olmadıkça, bu ülkede suların durulması çok zor. Hatta imkansız. Uygar topluma yakışır adaletli yönetim; insanlara eşit davranan, karşı görüşlere saygı duyan, açığını çıkaranı sürgün etmeyen yöneticilerle olur. Dolayısıyla böyle yöneticiler tarafından yönetilmek isteyen toplumdaki bireylerin de aynı özelliklere sahip olması gerekir. Yoksa “böyle başa böyle tarak” lafı çıkar mıydı? Eğitim, dağların, tepelerin yüksekliğini, ırmakların uzunluğunu öğretmek için değil uygar bireyler yetiştirmek için olmalıdır. Yönetenler bunu yapmıyorsa, yönetilenler vekillerinden bunun hesabını sormalıdır. Tabii ki “bunu seçimler yoluyla yapmalılar” diyelim de “halkı isyana teşvik”ten gitmeyelim…
(Halkın Sesi'nde yayınlandı. Zonguldak, 29 Nisan 2008)
26 Nisan 2008 Cumartesi
... bir bahar günüydü, hava serindi...
Fotoğraf çekerken o dik yokuşa rağmen yanımda bir otomobil durdu. Camını açtı ve aramızda bir-iki cümlelik sohbet gerçekleşti:
- Polis misiniz?
- Hayır.
- Gazeteci misiniz?
- ... (Soruları bitireceğini düşünerek) Sayılır.
Adam gülümseyerek gaza bastı gitti. Plakasını almayı düşünmedim bile. O kadar alışmıştım ki böyle sorulara ve bazen engel olmalara... Ne de olsa "Burası Türkiye"ydi...
Fotoğrafı beğenmeniz dileğiyle...
(Bu sitenin saatini Türkiye saati olarak ayarlamama karşın niye 10 saatlik fark var anlayamadım. Şu an saat 22.59. Sitede ise 12:59 görünüyor.)
Demokrasi Nedir?
http://www.youtube.com/watch?v=VepV4Ac_rNM&feature=related
Video kayını izleyiniz lütfen.
Katılıyorsanız, belki kendiniz kazanıyorsunuzdur ancak binlerce yıl insanları korku içinde yaşatan ve bundan sonra da öyle yaşatmak isteyen dogmatik düşünceye destek veriyorsunuz demektir. Dolayısıyla insanlığın özgürce, korkusuzca yaşama imkanını kaybettiriyorsunuz.
Söylenenlere katılmıyorsanız siz insanlık üzerinize düşeni yapmışınız demektir.
* * *
Bir Türkiye klasiği! Kimse itiraz etmeseydi ödül veren de alan da böbürlenecekti. Şimdi herkes suçu başkasına atıyor.
Çaycuma’da öğretmen Mevlüt Kırnapçı’nın ortaya çıkardığı usulsüzlük nedeniyle Çaycuma-Bartın duble yolunu yapan firma devlete ceza ödemek zorunda kalmış. “Firmaya, usulsüz olarak killi toprağı yolun altına sermesi için izin veren kim?”
Soru sormayın. Yoksa Muğla’da olduğu gibi herkesi kızdırırsınız.
Peki yetki sahibi kızınca ne yapar? Sürgün eder!
O kadar kolay mı. Bir parti mitingine katılmış olman yeter.
Peki Başbakan kime çağrı yapıyor “Haydi Siyasete” diye.
Öğretmenlere olmadığı belli.
Yine bir Türkiye klasiği!
Siyaset yalnız pazarcı esnafının, tüccarın, müteahhit ve serbest meslek sahiplerinin elinde olmalı. Okumuş-yazmış diplomalı devlet çalışanları siyasetten uzak tutulmalı! Tutulmalı ki, ince hesaplar bozulmasın.
Evet! Biz sıradan insanlar ancak ‘küçük hesaplar’dan anlarız. Bizim ne imar izni almak için arsamız, ne kat izni almak için binamız, ne milyon dolarlık inşaatlar yapan firmamız var. Bu hesaplar bizim için ‘büyük hesaplar’.
Ne diyordu ‘hesap adamı’ Demirel: “Keser döner sap döner, gün olur hesap döner”.
Kes bir döner yağlı olsun!
* * *
Zonguldak kentinin simgesi Uzunmehmet anıtının dibine beş yıldızlı otel dikiliyor. Deniz de dolduruluyor. Tamam! Orası denize girilen bir yer değil. Ancak kültür varlığı bir simgenin önü kapatılıyor. Oraya yapılmasına karşı görüş bildirenlere yanıt Vali’den gelmişti: “Zonguldak’a otel kazandırmak mı iyi, basit hesaplarla engel olmak mı?” (Yeni Adım, 30 Aralık 2006)
Peki! Bu anıtın yanı dışında, herkesi memnun edecek başka yer bulunamaz mıydı? Kentte yaşayanların görüşü alındı mı bu konuda… Alınmadıysa “Yerel Gündem 21”, “Kent Konseyi” gibi yasa ile oluşturulmuş yapılar niçin var?
Neyse birilerini kızdırmayalım. Yoksa yöneticileri sürgün yapmaya zorlayarak(!) Türkiye’nin itibarını zedelemekten gideriz.
22 Nisan 2008 Salı
Bu hafta yazmayı düşündüğüm çok konu vardı. Hepsi de birbirinden önemliydi ancak Ankara dönüşü, e-postalarıma baktığımda gördüğüm bir haber hepsinin önüne geçti: “Mevlüt Kırnapçı’ya sürgün”. Mevlüt Kırnapçı, Çaycuma Lisesi’nden benden bir yıl önce mezun olmuş. Okul yıllarından tanışmıyoruz. O’nu tanımam, ikimizin de kültür sanat çalışmaları sayesinde oldu. Yeterince tanıdığımı düşündüğümden, haberi görünce “hak etmiştir!” dedim. Çünkü böyle cezaları ben de çok hak etmiştim ve eski yöneticilerim her seferinde hakkımı vermişlerdi! Nitekim kendisi de sürgüne konu olan suçunu, kendi web sayfasında itiraf etmiş: “Bu ülkeyi, insanları ve doğayı sevmek”.
Kendisine destek için imza kampanyası başlatılmış. İmzaya açılan metinde şunlar yazıyor:
“Çaycuma Mimar Sinan İlköğretim Okulu’nda sınıf öğretmeni olarak görev yapan, 26 yıllık öğretmen Mevlüt Kırnapçı, Zonguldak Valiliğince 5442 sayılı İl İdaresi Kanununun 8/C maddesinin kendine verdiği yetkiye dayanarak Ereğli’nin Oğberler beldesine atandı. “Basın yoluyla kaymakam ve valinin görevlerini yapmadığını ima etmek” ve “Devlet memuru olmasına karşın bir siyasi partinin mitingine katılarak siyasi faaliyette bulunmak” suçlamasıyla ¼ oranında maaş kesim cezasına çarptırılan Kırnapçı, bunlar yetmezmiş gibi bir de görev yeri değiştirme cezası aldı
Şair, yazar, tiyatro yönetmenliğinin yanı sıra, çevresindeki haksızlıklara karşı verdiği savaşımı ile de tanınan Mevlüt Kırnapçı, Çaycuma Yeniköy’de bir müteahhidin aleni bir biçimde işlediği doğa katliamı ve yasa dışılığa karşı savaş açmış, bu savaşım sonucunda elde ettiği kazanımlarla devleti büyük ölçüde zarara uğramaktan kurtarmış sorumlu bir yurttaştır. Arkadaşımızın girişimleriyle bir bölümünün önüne geçilen Yeniköy talanı incelendiğinde Zonguldak’taki kimi yetkili birimlerin de içinde olduğu bir ihmal zincirinin varlığı apaçık görülecektir.
Aşağıda imzası olan bizler yukarıdaki nedenleri göz önüne alarak Mevlüt Kırnapçı’nın görev yerinin değiştirilmesinin sıradan bir atama değil, apaçık bir sürgün olduğuna inanıyor, yapılan uygulamanın haksızlıklara karşı çıkanlara verilmeye çalışılan bir gözdağı olduğunu düşünüyoruz. Zonguldak Valiliği’nin insanın vicdanını incitip devlet yurttaş ilişkisinin zedelenmesine neden olacak bu kararından geri dönmesini isterken, kamuoyunu bu konuda duyarlı olmaya çağırıyoruz.”
Ben bu metnin altına imzamı atıyorum.
Kırnapçı suçunun detaylarını şöyle sıralıyor:
"kuşlar, kelebekler, kertenkeleler, yılanlar, kaplumbağalar, püllenler, hasancık kuşları, salyangozlar, üveyikler, kın kanatlı uç uç böcekleri, karıncalar, mantarlar, kuzukulağı, acıkulak otları, yemşen dikenleri, acımuk elmalar, yaban ayvaları, ağu çiçekleri, bakallar, dimdim kuşları, karaçal dikenleri..."Sizler için ödeyemeyeceğim bedel yoktur!
Bu doğa kıyımı sürseydi, alttaki arı kovanları orada olamayacaktı... Arı kovanlarında biriken balı satarak evine ekmek alan Adem Ağabeyin bir yanı eksilecekti... Şimdi o arı kovanları hala orada ve bal topluyorlar...
Sizin için ödeyemeyeceğim bedel yoktur!
Evet Kırnapçı’nın suçu sabittir! Yurtdışında bal mı yok ithal ederdik be Kırnapçı! Şimdi benim şimdi asıl düşündüğüm kovanların sahibi Adem Ağabeyin tavrı… Adem Ağabeyler kendi sorunlarına sahip çıkmadıkça Mevlüt’ler daha çok sürgün yiyecek. İsimlerinin “Mevlüt, Adem, Mustafa” gibi “anlamlı!” isimler olması onları kurtarmaya yetmeyecektir.
(Mevlüt Kırnapçı’nın web sitesi adresi: http://site.mynet.com/mkirnapci/)
(Bu yazı Halkın Sesi gazetesinde yayınlanmıştır. 15 Nisan 2008, Zonguldak)
Seyit Onbaşı, seyit! Ülkem işgal altında!
Seyit Onbaşı, seyit! Ülkem işgal altında!
Halkın Sesi’nde yeniden yazmaya geçen hafta başladım. Uzun bir süredir fiilen yazmıyordum ama sokakta her gördüğümden, tv’de her duyduğumdan etkilenip, yazmadan dursak da düşünmeden durmak mümkün değildi. 18 Mart Çanakkale Şehitlerini Anma Günü’nde, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Mehmet Akif'ten şiir okuyarak Çanakkale kahramanlarından Seyit Onbaşı örneğini verdiğinde de aklımdan aşağıdaki düşünceler geçmişti. Sizlerle paylaşmak istedim: Çocukluğumda, bizim köyde “seyit” kelimesi “koş” anlamında kullanılırdı. Nedendir bilmem; kentte bu kelimeyi hiç duymadım. Etrafımda, adı Seyit olan kimse de hiç olmadı. 2003 Yılında eşimle beraber kendi arabamızla Gelibolu Yarımadası’nı, Çanakkale Savaşının yaşandığı o geniş alanı gezmiştik. Köylü bir vatandaşın kendi olanakları ile oluşturduğu müzede, bir kalça kemiğine saplanıp kalmış mermiyi gördüğümde, fotoğraf çekerken o kişinin o an yaşadığı duyguları hissetmeye çalışmıştım. Türk ya da ANZAC olması neyi değiştirir. Sonuçta savaşı çıkaran değil, orada acılar içinde can veren birisine aitti. Başbakan demişti ki: “Seyit Onbaşıyı Seyit Onbaşı yapan imandır. Hadi inkâr etsinler bunu. Herhalde buna da laikliğe aykırı demezler…” Evet! Seyit Onbaşı ve Seyit Onbaşılar olmasaydı neler olurdu? Hiç düşündünüz mü?
- Ülke işgal edilirdi.
- Altın, bor vs. gibi yeraltı zenginlikleri işgal devletleri (İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya vs.) tarafından işletilirdi.
- Sanayi tesisleri yabancıların olurdu.
- Tütün piyasası, ilaç piyasası, otomobil piyasası hep yabancıların elinde olurdu.
- Haberleşme kurumu (diyelim TELEKOM) yabancıların elinde olurdu.
- ABD Ortadoğu’yu yönetmek için İstanbul’u merkez seçer, oraya konsolosluk adı altında dev bir yönetim binası yapardı.
“Bu gün zaten öyle. Neredeyse sadece toprağın tapusu bizde. Üzerinde ne varsa satıldı.” diyorsanız. O zaman soru şu: Kim sattı bu ülkenin değerlerini? Petkim’i, Telekom’u, Sümerbank’ı, Tekel’i kim “babalar gibi!” sattı? Seyit Onbaşıların canlarını siper edip durdurdukları ne kadar emperyalist ülke varsa; şimdi Türkiye’nin dört bir yanında cirit atıyorlar. En değerli sanayi tesisleri, para getiren her şey onlara satıldı. Satan kimler: Seyit Onbaşının imanı üzerinden siyaset yapanlar. Eski “Milli Görüş”çüler. Yeni “Babalar gibi satarım”cılar, ülkeyi “görücüye çıkarılan kız” diye tanımlayanlar… Hadi inkar etsinler bunu… Dün İngiltere’nin dünyada yaptıklarının, bugün bin beterini yapan ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesinde eş başkanlık yapan kim? Seyit Onbaşı’nın kemikleri sızlıyordur. Sızlatan kim? Laikliğe neyin aykırı olduğunu, neyin olmadığını başbakan mutlaka çok iyi biliyordur. Ancak siyaset derin… Cahil kitlelere bundan daha iyi gaz verilemez. Üstelik artık “Bu kış komünizm gelecek” palavraları da bitti… Neyse, hem yasalar, hem bana ayrılan yer bu kadarına izin veriyor… “Seyit Onbaşı, seyit! Ülkem işgal altında” diyeceğim ama bu sefer darbe çığırtkanlığı zannedilecek.
(Bu yazı Halkın Sesi gazetesinde yayınlanmıştır. 08 Nisan 2008, Zonguldak)