Fransa ve İtalya’yı protesto ettiğimiz günleri hatırlayan vardır. Bir ülkenin vatandaşları başka bir ülkeyi protesto ederken genellikle bayrağını yerlerde çiğner ya da yakarlar. Bizim bazı vatandaşlarımız da öyle yapmıştı. Bayrağı çiğnemek o kadar önemli mi? Önemli. Niçin? Çünkü o bir simge. Simgeler önemli mi? Çok önemli. Hemen her Holivud filminde sahnelerin arka planında, konudan alakasız ve uzak bir ABD bayrağı dalgalanır durur. Çünkü o bir simgedir.
Örneğin bazı markalar da simge olmuştur. Bir ülkeye Coca Cola girdiyse orası iflah olmaz diyenler vardır. Coca Cola’nın kendisi önemli değildir. Önemli olan simgenin taşıdığı anlamdır; “Simgelerin Gücü Adına!”. Kolalı içecekler bir anlamda paranın ve ABD’in simgesi olmuştur .
Paranın simgesi var da emeğin, alın terinin simgesi yok mu? O da var: Orak-çekiç. Biri fabrika işçisini, öteki tarım emekçisini temsil eder.
Tarih bir anlamda simgelerin çatışmasından ibarettir. Buna emek-sermaye çelişkisi (çatışması) diyenler de vardır. Yöneten-yönetilen, işçi-patron hep birbiriyle çelişki (çatışma) içindedir. Bunu illa kavga-gürültü anlamında düşünmeyin. Örneğin işçi zam ister, patron vermek istemez. Çelişki ya da çatışmadan anlaşılması gereken budur. Yani çıkarların çatışması… Toplu sözleşme ve pazarlık sistemi öyle ortaya çıkmıştır. İki taraf uygun bir noktada yani ortak çıkarlarda anlaşırlar ve fiziki çatışma önlenmiş olur.
Ölenin mezarını ziyaret etmek bir simgedir. Neyin simgesi? Onu hala andığımızın, hala sevip saydığımızın simgesidir. Ölenin bundan haberi olmasa da sırf mezar ziyareti için yüzlerce kilometre yol gitmez mi vatandaşlarımız... Örneğin Zonguldak’tan kalkıp Trabzon’a cenazeye, bayramda mezarını ziyarete gitmez mi? Gider. Oradaki mezarda yatanı burada ansa olmaz mı? O da olur. Ancak yerinde anmak daha anlamlı kabul edilir.
1 Mayıs 1977’de Taksim’de 37 işçi ölmüştü. Hayır. Ölmemiş, öldürülmüştü. Kim öldürdü? Bulunamadı!
Alın teriyle geçinen insanların, o güne kadar en geniş katılımla, 500 binden fazla kişiyle yaptığı emekçi bayramıydı 1 Mayıs 1977. Emeğiyle geçinen insanların sistemi değiştirme gücüne sahip olduğunu hissettikleri bir dönüm noktasıydı… Dolayısıyla yerli ve yabancı patronlar için kesinlikle kırılması gereken bir bilinç düzeyi vardı. O, “birlikten kuvvet doğar” bilinci, “patrona karşı ancak birlikte olunursa insanca yaşam için yeterli ücret alınabileceği” bilinci zorla yok edildi. Araç olarak arkeri darbe ve dindarlaştırma dahil her şey kullanıldı.
O günden beri işçiler, bayramlarını kutlamak ve orada öldürülen arkadaşlarını anmak için Taksim’e çıkmak istediklerinde, sermayenin bekçileri karşılarına dikiliyor ve “Çıkamazsınız” diyor. Aynı bilincin ortaya çıkmasından ürkülüyor.
Her yılbaşı gecesinde, bazı maçların sonunda mahşer yerine dönüşen Taksim alanı, sıra işçilere gelince kapalı. Niçin? Çünkü Taksim bir simgedir. İşçi sınıfının gücünün simgesi... Bu simgeyi görmek bazılarının uykusunu kaçırıyor olmalı ki, meydanı savaş alanına çevirme pahasına da olsa izin vermiyorlar. Türkiye’de bugün işçi sınıfının bazı lider (bozuntuları) için dahi bu durum anlaşılmış değildir. Belki anlaşılmıştır da işçi sınıfı adına pazarlık etmek yerine, kendileri için pazarlıkta istediklerini almışlardır.
1 Mayıs’ta Taksim Alanında olmak bir simgedir. Yapılabilseydi emekçiler kazanmış olacaktı.
Yaptırılmazsa sermaye sınıfı kazanmış olurdu. Şimdi kim kazandı? Bu sorunun cevabını önce, eski GİMA’da (şimdi bilmem ne-sa’da), günde 10 saat, ayda 26 gün ve toplam 250 YTL ücretle çalışanlar, çalıştıranlar ve çalıştırmaya göz yumanlar versinler.
Fakir-fukara, garip-guraba edebiyatıyla iktidar olup, yerli ve yabancı sermayenin tüm isteklerini yerine getiren AKP, işçileri Taksim’e çıkarmayarak bugün için sermayenin egemenliğini ispat etmiştir. “AKP’yi tebrik ediyorum…” diyemem. Çünkü ben de ücretli bir emekçiyim. Ancak sahipleri onların başını okşayacaktır.
6 Mayıs 2008'de, Zonguldak'ta çıkan "Halkın Sesi" Gazetesinde yayınlanmıştır.